23 Aralık 2012 Pazar

Sincaplar her zaman haklıdır!


 Koyu renkli pencerelerle kaplı uzun bir koridoru geçtikten sonra, nihayet odama varabilmiştim. İçeri girdiğimde, albay Steward’ ı masamın karşısındaki kahverengi deri koltukta otururken buldum. Albay, beni görünce ayağa kalkıp selamladıktan sonra, işaretimle birlikte yine aynı yere oturdu.

      Yüzü bir hayli solgun görünüyordu. Telaşlı bir havası vardı. Çantamı masanın üzerine koyup, içerisinden çıkarttığım bilgisayarımı yanındaki bir yığın evrakla birlikte masamın üzerine yerleştirirken, gözlüğümün üzerinden de ona bakarak sordum;

      -Albay, seni bu saatte buraya getiren nedir?

      -Çok önemli bir mesele var  General, isterseniz bu konuyu lacivert oda da konuşalım.

      Vay canına, lacivert odada toplantı istediğine göre, önemli bir mevzu olmalıydı. Zaten bakışları da pek hayra alamet değildi. Soğukkanlılığımı korumaya çalışarak, rahat bir ses tonuyla  albaya gitmesini, beş dakika sonra onlara katılacağımı söyledim.

      Toplantı odasına girip, herkesi selamladıktan sonra, yerime oturdum. Herkesin endişeli olduğu yüzlerinden okunuyordu.

      -Dinliyorum

       İstihbarat subayı olan genç yarbay Derald söze girdi;

      -Güvenilir bir kaynaktan aldığımız bilgiye göre general; Sincaplar, büyük bir ayaklanma çıkartmak üzereler.

      Başımdan aşağıya kaynar sular dökülmüştü. Sanki başımdaki saçlar, canlanmış, kafamdan kaçmak istiyorlardı. Ürperdiğimi hissettim. Fakat bunu hissettirirsem, herkeste paniğe sebep olabilirdi.

      -Onlarla anlaştığımızı sanıyordum, dertleri neymiş?

      Sözü tekrar alan istihbarat subayı, nefes almadan anlatmaya devam etti.

      -General, bildiğiniz üzere, sincaplar çok sinsi yaratıklar. Malumunuz üzere, askeri anlamda da ciddi bir güce sahipler. Efendim, gerçek şu ki; fındık piyasasından çekilmemizi, piyasayı tamamen kendilerine bırakmamızı talep ediyorlar, aksi halde...

      -Tamam kes.

      Vücudumun hertarafı uyuşuyor, adeta bir silindirin altında eziliyor gibiydi. Sincaplara karşı çıkabilecek bir savaşta bir saat bile direnemeyeceğimizi ordudaki erler bile biliyordu. Geçen yıl, yine böyle bir tehtit karşısında, nükleer füze bataryalarının kontrollerini sincaplara bırakmak zorunda kalmış, karşılığında sadece kızarmış ekmekle yetinmiştik. Fakat şimdi içinde bulunduğum itfaye teşkilatı için su, ne anlam ifade ediyorsa, sincaplar için de bluetooth kulaklık aynı anlamı ifade ediyor... Ve eğer gerçekten isterlerle, rahatlıkla alabileceklerini herkes biliyordu.

      Hayatımda ilk kez zabıta memuru olduğum için bu kadar sevinmiştim.  Birden aklıma, onlarla konuşmak geldi. Belki bu sayede, bir orta yol bulabilirdik. 

      Kimseye hiçbir açıklama yapmadan, toplantı odasından çıkarak, kendimi sokağa attım. Tahrir meydanından, özgürlük anıtına giden o arnavut kaldırımlı yoldan yürüyerek, ormana çıktım. Yılın bu mevsimi Hamburg dayanılmaz güzellikte oluyordu. Etrafa yayılan mis gibi lavanta kokuları, sicim gibi yağan yağmur damlalarına binip, egzotik bir gezintiye çıkıyor gibiydiler.

      Ormana vardığımda, kendisi bir arı olan widzy karşıladı beni. Halimi hatırımı sorduktan sonra, sincaplarla ilgili meseleyi anlatıp, sineklerin patronu robona ile görüşmek istediğimi söyledim. Kendisi benim eski bir dostumdur.  Sineklerin arasının sincaplarla iyi olduğunu, sincapların birazda sineklerden çekindiğini biliyorum tabi. Bu meseleyi çözse çözse, robona çözerdi. Ben bunları düşünürken, widzy de gelmiş, robona’ nın beni görmeyi kabul ettiğini söylemişti. Birlikte robona’nın yanına gittik.

      Robona, sineklerin her zaman yaptığı, el ovuşturma hareketini yapıyordu. Beni gördüğünde, vızıldayarak yanıma geldi, sarıldık hasret giderdik. Biraz kilo almıştı sanki, birazda yaşlanmıştı. Eee tabi, sinekler kurulunun başkanı olduğundan beri, uçmuyor, fazla enerji sarfetmiyordu. Buda onu biraz hantal yapmıştı doğrusu. Ama karizmasından hiçbirşey kaybetmemişti doğrusu. Robona, arı widzy’e döndü; 

      - Hunter benim eski bir ahbabımdır, kendisinin camında doğmuştum ben. Bana bir baba gibi şevkat etti ve benim iyi bir eğitim almamı sağladı. Kendisine minnetlerimi sunarım. 

      Bu iltifarlar karşısında, gerçekten utanmış fakat, benden bu şekilde bahsetmesi, göğsümü kabartmıştı. Robona, gerçekten de çok iyi bir sinekti. Kendisine yaptıklarımı yıllar sonra bile unutmamış ve herkesin içinde itiraf ediyordu.

      -Sizin için ne yapabilirim kaptan?

      Nihayet benim bir gemi kaptanı olduğumu anlayan birisi çıkmıştı. Bende bir çırpıda kendisine herşeyi anlatmıştım. Sincaplardan yana başımızın dertte olduğunu, bize yalnızca kendisinin yardım edebileceğini vs.

      -Bu konuyla ben ilgileneceğim dostum, bu benim için bir onurdur. Yasak bölgeden çıkana kadar size arı widzy eşlik edecek.


         Evime vardığımda, saat onu geçmiş, yağmur kesilmişti. Yılın bu mevsimide melbourne gerçekten yaşanılası bir yer oluyordu. Çalışma masama oturup, yeşil masa lambasını yaktım. Yorgunluk kahvemi, öğrencim richard getirdi. Yale üniversitesine bu yıl atanmama rağmen, sanki burada yüz yıldır öğretmenlik yapıyormuşum gibi hissediyordum. Önümdeki notlarla bir süre uğraştıktan sonra,  yatağıma yatıp, kendimi derin bir uykuya teslim ettim.

         Sabahın ıslak ışıkları, penceremden içeri süzülürken, telefonun sesiyle uyandım. Santral, şehirdışından bir telefon olduğunu söyleyerek bağladı. Londra’nın halen otomatik telefon santraline geçmemiş olmasına kızarak cevap verdim, arayan Robona’ydı

        Sincaplar, Pekin’in kuzeydoğusundaki bir şeker fabrikasınına karşılık, bana isyanı iki ay süreyle askıya alabileceklerini bildirmişlerdi. Bu sevindirici haber karşısında teklifi hemen kabul ettim.  Nede olsa, iki aya kalmadan, ispanya’dan çıkmış olacaktım. Zaten fabrika da bana ait değildi. Evrakların tamamlanmasının ardından fabrikayı devrederek, hızla ingiltereyi terkettim.

        Şimdi yepyeni bir  şehirde, hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum. Biraz yaşlandım ama, halen hayata umutla bakıyor, yaşamaktan zevk alıyorum. Sizlere verebileceğim tek tavsiye; Sincaplara karşı koymayın dostlar, onlar ne isterlerse elde ederler!


19 Aralık 2012 Çarşamba

Özür dilerim.


Özür dilerim.
Varlığımla rahatsız ettiğim, hayatlarına girip mutsuz ettiğim herkezden defaatle özür dilerim.
Olmadı. Denedim, olmadı. Hep geç kaldım hayatta, düşlediğim mutluluk hep kaçtı benden. Hep eksik kaldı bir yanım, eksik kaldı mutluluğum. Sevdiklerim oldu elbet, sevilmedim. Sevildim, fakat yine bulamadım mecnuni aşkı. Sonra azmettim, yeniden başladım herşeye tekrar, ama yine olmadı. Hayatına girdiğim hiçkimseye mutluluk getiremedim. Böyle bitsin istemezdim ama, olmadı.
Hep kelimelerim kaldı dilimde söyleyemediğim, aşklarım oldu yüreğimde, sonra kendimi susturduğum. Cehennem hayatı yaşadım ömrümün her bir anında. Umutsuzluk ağ gibi ördü kolumu, kanadımı. İçimdeki direnç kırıldı artık, dayanmak istemiyorum. Takatim kalmadı, takatim olsun da istemiyorum.
Tarifsiz bir acı kaplıyor yüreğimi. Dişlerimin arasına koyup yüreğimi, öldürmek, parçalamak istiyorum. Gitmek, gitmek istiyorum, yalnız kalacağım diyarlara. Kimse ve hiçbirşey uğramasın yanıma, konuşmasın, sussun benimle.
Şimdi gidiyorum. Uğradığım tüm hayatlara elveda... Yaşanmamış gençliğime, ihtiyarlığıma elveda. Hiç tanışmadığım sevgilime, doğmamış çocuklarıma, doğmamış güneşe elveda.
Ben ölüyorum şimdi. Kimseyi sorumlu tutmayarak ölümüme, sorumluluğunu üstleniyorum tek başına ölümün. Kucak dolusu umut armağan ederek sokak çocuklarına, yürüyorum sonsuzluğun sokaklarında.
Elveda... 

14 Aralık 2012 Cuma

Bir Prensese Mektup


Saygıdeğer hanımefendi,


Belki güzelliğinizle, güz mevsimindeki bir yaprak gibi sararmış duygularımı yazdığım bu satırlar, şemsiyenizin üzerine damlayan birkaç damla yağmur gibi umarsızca dökülecek kaldırımlara. Dakikalarca durmadan baktığım gözleriniz kadar kara bir ifade takınarak o güzel yüzünüze, bir çırpıda buruşturup, savuracaksınız bu mektubu da diğerlerinin yanına. Doğanın en güzel beyazı ve siyahına sahip gözlerinizin baktığı uzaklardan bile daha uzak bir umutla yazıyorum bu satırları. Şüphesiz dilim lal olur karşınızda olsam, kor gözlerinize bir an bile bakmaya dayanamaz yüreğim. Meleklerin bile kıskandığı güzelliğinizden utanmış kız kulesi, eğiliyor dizlerinize. Sonra İstanbul da kıskanıyor sizi, uğruna çağların kapandığı güzide şehir, çatlıyor hırsından. Deniz, kızını bulmuş gibi kabarıyor, bir şeyler anlatmak istiyor size, bulutlar toplanmış üstünüzde, başının üzerine çıkartmak istiyor sizi. Ya ben…  İçimde dünyayı değiştirecek bir keşif yapmış bilim adamının sevincini taşıyorum. Sığamıyorum içime, sığamıyorum dünyaya. Sokaklara çıkmak, haykırmak istiyorum herkese, haykırmak istiyorum bu güzelliği, ilan etmek istiyorum aleme. Ama aslında bir bilim adamı değil de; bir çınar olmak isterdim, bir gün belki uğrardınız gölgeme, yada belki keserlerdi beni, bir odun olurdum, içinizi ısıtan. Bir tını olsaydım keşke bir aşk şarkısında. Hayır hayır ben bir ışık olmak isterdim, belki o zaman gözlerinize değer, o güzel gözlerinizin karasında kaybolur giderdim.
Cüretimi bağışlayınız saygıdeğer hanımefendi, size sadece duygularımı anlatan bir mektup yazmak istedim, kalemim ve kağıdım elçidir. Elçilerin canı bağışlanır saygıdeğer hanımefendi. Ha eğer bağışlamazsanız, bari izin verin; boynumu vurduğunda cellat, gözlerinize bakayım. Belki o son bakışlarım, gözlerinizde sonsuzluğa kavuşur. Belki böyle özgürleşir, size tutsak ruhum.
 
 

13 Aralık 2012 Perşembe

O terkeden benim!

Ben de terkettim evet, bir baldıran zehri gibi yudumlayarak çaresizliği, gitmesine izin verdim. Olmazdı, üzerlerdi bizi, biliyorudum ölümden acı gerçeği biliyordum kan kustururlardı bize. Terkettim, solumaya başladım zehirli buğusunu yalnızlığın, gitmesine izin verdim. Biliyordum, pişman ederlerdi bizi, delik teşik ederek kalbimizi, yarınlarımızı. Tütün bastım yarama, terkettim. Başkasına yar olacağını bile bile, terkettim seni, aslında terkettim kendimi. Sevmek bazen de terketmektir. Her an yaşıyorum ölüm acısını, her bir dakika.
Kolay mı sandın, terketmek seni, kolay mıydı seyirci kalmak başkasının oluşuna. Tantolos'un agonisi sardı ruhumun her yerini, ölmeye çalıştım, ölemedim. Şehirler, ülkeler gezdim, bulamadım sana benzeyeni. Şimdi alkole verdim kendimi. Bir an olsun silmek için gözlerini hayalimden, yada bir an olsun vuslata ermek için seninle, içiyorum, içiyorum.
Bir gece ansızın gelsen, bir gece, gecelerin zehirli karanlığını aydınlatarak gelsen. Ellerimden tutsan, götürsen kimsenin bizi göremeyeceği bir yere. Sonra birbirimizin olsak, gözlerinde bulsam kendimi yine, ellerinde versem son nefesimi.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Tanrı'ya mektup

12.12.12 Mersin dolayları Türkiye - Dünya - Samanyolu Galaksisi



Merhaba tanrım,


Sana ilk defa bir mektup aracılığı ile sesleniyorum. Nasılsın, neler yapıyorsun? Umarım oralarda işler iyi gidiyordur. Bilirsin işte, imtihan işleri. Bizler de iyiyiz, ha biz kim miyiz? Bir deney uğruna yarattığın insancıklarız biz. Şeytanla girdiğin bahis için kurduğun bu zorlu parkurda koşuyoruz. Amaan sanki göremiyormuşsun gibi, bende oturup anlatıyorum. Umarım kazanıyoruzdur tanrım bahsi.

Tanrım sana bazı sorular sormak istiyorum; Mesela herkesi dünyada kendine ibadet etmen için, seni daima anmaları için yarattığını söylüyorsun ama: senin ne ihtiyacın var buna? Egolarını mı tatmin ediyorsun bizimle? Madem bizi sen yarattın, ozaman neden bir sınava sokuyorsun? Bilmiyormusun pekala bizim kazanıp yada kaybedeceğimizi? Ve tanrım, eğer kaybedeceksek, neden kazanacak bir mekanizmayla yaratmadın bizi? Kaderimizi yazdıysan bizim, neden kaybetmek yazdın kaderimize.

Amaan boşver, senin yaptıklarına akıl sır ermez. Ama biliyor musun tanrım, insanlar galiba kazanıyorlar, senin hoşuna gitsin diye, kurban ediyorlar herkesi, herşeyi. Bir bayram oluyor, ortalık kan gölü, bir savaş oluyor uğrunda, tepeler oluşuyor cansız bedenlerden.

Müslüman hristiyanı, budist müslümanı, yahudi hristiyanı, hristiyan müslümanı kesiyor burada. Kan gövdeyi götürüyor, gözüyaşlı anneler, eşler, çocuklar.

Ama olsun tanrım, sen mutlu ol yeterki, biz kıyarız birbirimize, zaten programımızda var öldürmek. Kendi türünü öldüren bir canlı yarattın, gücü zekayı ve ihtişamı verdin onlara. Herşey bir sinema perdesinden, bir tiyatro sahnesinden ibaret burada. Replikleri belli, rolleri belli senaryo belli. Kendimize biçilmiş bu rolü oynuyoruz çaresiz.

Tanrım, mektubumun sonuna gelirken, sana kırgın olduğumu bilmeni isterim. Çünkü hayatımın hiçbir alanında bir sevgi, bir şevkat göremedim senden, biraz sevseydin bizi ne olurdu sanki, birazda sevgi koysaydın kanayan kalplerimize.




Sevgilerle,

Aciz kulun...



11 Aralık 2012 Salı

Bir kızı kurtarmak-1

Şubat ortaları, Ankara
Mert, uçları dökülmüş üç-beş basamaklı merdivenlerden dikkatlice inerek, uzun, ince bir sokağa girdi. Sokağın başında, birtakım serseri görünümlü adamlar, bağıra çağıra konuşuyorlardı. Usulca gözlerine bakmadan yanlarından geçerek, kızmısı, boyaları dökülmüş apartmandan içeri girdi. Tembih edildiği gibi, ışığı açmadan, parmak uçlarında yürüyerek bir alt kata indi ve etrafını bir süre dinledikten sonra, yavaşça kapıyı birkaç kez vurarak, dikkatle kapıyı dinlemeye başladı. Kapının arkasındaki birisinin nefes alış verişlerini duyar gibiydi. Anlaşılan kapının arkasındaki de onu dinliyor, kim olduğundan emin olmak istiyordu. Dili damağı kurumuş, kalp atışları göğsünü delecek kadar şiddetlenmişti. Aradan ona çok uzun gelen bir süre geçtikten sonra, kapı aralandı. Kapıyı açan orta yaşlarda, kirli sakallı bir adamdı. Üzerindeki beyaz atleti kirden leş gibi olmuş, simsiyah suratınan kötülük akıyordu resmen bu adamın. Kapıyı açan adam karşısında kendisine bakan ürkek bir çift göz gördüğünde, endişe edilecek bir durum olmadığını düşünerek, kapıyı, geçebileceği açıklıkta bırakarak, hiç konuşmadan bu genç adamı içeriye aldı.
İçerideki kesif içki-esrar karışımı koku her yanı kaplamıştı. İkindinin kızıllığı evin içerisine daha mistik bir hava katmış, evin içerisine vuran güneş, evdeki dumanı görünür kılıyordu. Adam hiç konuşmadan salonun pencereye bakan köşesinde, yine kirli paslı bir koltuğa oturarak, bu genç adamı süzmeye başlamıştı. Mert gözlerini adamdan kaçırıyor, konuya girmek istiyor ama, bir türlü cesaret edemiyor, nedense sanki yanlış birşey söylediğinde kendisine zarar vereceğini düşündüğü bu adamdan korkuyordu.
Sessizliği kirli bakışlı adam bozdu;
"Yusufun bahsettiği adam senmisin"
"Şey... ben... evet."
"Sağlammısın peki"
Mert, geldiğine çoktan pişman olmuştu, elinden gelse, ben vazgeçtim diyecekti, oradan hemen çıkıp evine gidecek, başını, küçükken korkunca yaptığı gibi, yorganın altına çekecekti. Fakat buradan sonra geri dönüş yoktu ve adamın istediği cevabı vermek zorundaydı.
Kelimeler mertin dudaklarının eşiğine gelmişken, yan odanın kapısı açıldı. İçeriden, ondokuz-yirmi yaşlarında, kızıl saçlı, aşırı makyajlı bir kadın çıktı, içeridekilere aldırmadan koridorun sonunda, dış kapının yanındaki banyoya girdi. Mert, güçte olsa, kadını tanımıştı. Sedaydı bu. Aynı üniversite'de felsefe okuyordu fakat, geçen yıl ansızın ortadan kaybolmuştu. Onu o günden sonra gören, duyan olmamış, polis ve ailesi bir yıl boyunca seda'yı aramış fakat, hiç kimse bir sonuç alamamıştı. Herkes kuşkusuz bir cinayete kurban gittiğini düşünüyordu.
Okulun en güzel kızıydı, simsiyah saçları, simsiyah gözleri ve baktığı zaman taşları bile eritecek güzellikte bakardı. Okuldaki herkes onun peşinden koşar, fakat o hiçkimseye yüz vermezdi. Ona kur yapmaya cesaret edebilen erkeklere öyle sözler söylerdi ki; erkekler, kendi varlıklarını sorgulamaya başlarlardı. Felsefeciler işte... Oysa şimdi ne haldeydi, saçlarını kızıla boyatmış, yaşadığı acıların izlerini taşıyan gözlerindeki morlukları, koyu bir makyajla kapatmaya çalışıyordu. Yürürken topallıyor, yüzündeki acı ifadesi, yaşadıklarını fazlasıyla anlatıyordu.
Mertin bu düşüncelerini karşısındaki kötülük timsali adamın korkunç sesi yarıda kesti;
"Biradeeer"
"Efendim, ne diyordunuz?"
"Karıya kıza bakacağına soruma cevap ver; sağlammısın diyordum. Yani ağzından birşeyler kaçırmazsın dimi?"
Mert az önce gördüğü manzara karşısında, teredütlerini atmış, kendini kutsal bir görev adledilmiş gibi hisetti.
"Evet efendim, ağzım sıkıdır. Hiç tereddüt etmenize gerek yok, ne gereki..."
"Tamam anlaşıldı, göreceğiz bakalım."
Mertin sözünü kesen gaddar adamın yüzü, istediği cevabı almanın rahatlığıyla biraz olsun yumuşamıştı. Orta boy bir torbanın içinde, küçük küçük torbalarla paketlenmiş esrarı, mertin önüne fırlattı. Gözlerini hastasını dikkatle inceleyen bir doktor gibi, merte çevirdi.
"Bu başlangıç için, dikkatli ol, yakalanırsan..."
"Anlaşıldı efendim, yakalanırsam sizi tanımıyorum"
"Aferin, şimdi gidebilirsin."
Mert arkasını dönerek birkaç adım atmıştı ki, adamın hırıltılı sesini tekrar duydu.
"Ha bu arada, beni herkez mühendis diye tanır."
"Memnun oldum efendim"
Elindeki poşeti kazağının içine sokan mert, ince yağmurluk şeklindeki montunun da fermuarını çekerek kapıya yöneldi. O sırada, banyodan çıkan sedayla karşılaştı. Kız öylesine sinmiş ve korkmuştu ki, başını kaldırıp mertin yüzüne bile bakamadı. Baksaydı ne olacaktı sanki. Belki bir hata yaparak tanıdığını belli edecek, işleri daha da zorlaştıracaktı.
Mert yolda yürürken, sanki herkes ona bakıyormuş, biraz önce yaptığı kirli anlaşmadan herkesin haberi varmış gibi, ürperdi. Hiçkimsenin yüzüne bakamıyor, hızlı adımlarla oradan uzaklaşmaya çalışıyordu.
En sonunda, evinin bulunduğu apartmana gelmişti. Evin kapısına yaklaştığında, merdivenlerin başından annesinin sesini duydu.
"Sağol yavrum, ayaklarına sağlık"
"Ne demek teyzeciğim, bende senin oğlun sayılırım."
Evin kapısına vardığında, arkadaşı Tolga'yı gördü. "Aman tanrım, bugün annemi diyalize götürecektim" diye belli belirsiz söylendi.
"Nolcak oğlum, ben senin kardeşin değilmiyim? Senin annen benimde annem. Leyla teyze, sana ulaşamayınca beni aradı, bir koşu gittik geldik.
Mert belli belirsiz bir teşekkür ettikten sonra, evin kapısına yöneldi.
"Hey mert, napacaksın bu akşam, biryerlerde birşeyler içelim mi? Hem laflarız biraz.
"Kusura bakma Tolga, akşama kadar yürümekten, ayaklarıma kara sular indi. Dinlenmek istiyorum biraz"
"Tamam, nasıl istersen. Hafta sonu görüşürüz öyleyse."
"Görüşürüz"
Mert içeri girdikten sonra, hastalıktan benzi sararmış, kanepede uzanmış annesine şöyle bir baktı.
Ah bu hastalık... Onun yüzünden üniversiteyi bırakmış, çalışmak zorunda kalmıştı. Bütün hayelleri, hevesleri kursağında kalmış, hayatın acımasız ellerine kendini bırakmıştı. Kargo taşımaktan kazandığı, üç-beş kuruşu, annesinin diyalizi için harcıyor, genç yaşta, bu hastalığın pençesine düşen annesi için gururla görevini yerine getiriyordu.
Çok acımasız davranmıştı hayat ona. Daha iki sene öncesine kadar, dünyalar iyisi babasını bir trafik kazasında kaybetmiş, daha az masraf olması için, yaşadıkları üç katlı evi satarak, bu apartman dairesinde kalıyorlardı.Geçen iki yılda, bütün paraları bitmiş, nihayet mert, üniversite eğitimini yarıda bırakarak, bir kargo firmasında işe başlamıştı. Fakat kazandığı para, artık annesinin tedavisine bile yetmemeye başlayınca, bir arkadaşının aracılığıyla kendini bu kirli çarkın dişleri arasında bulmuştu. Neden böyle bir hayatı vardı, nerede hata yapmıştı. Belli ki o bir hata yapmamış, sürekli sınav yapan, ona bu sefer hiç çalışmadığı bir yerden sormuştu.
Annesini uyuklarken görünce, rahatsız etmek istemedi, doğruca odasına gitti. Kazağının altında sakladığı paketi, yatağının altına attıktan sonra, yatağına uzandı. Seda'yı düşünüyordu. Nasıl bu hale gelmiş, başından neler geçmiş olabilirdi? Evet onu oradan kurtarmak istiyordu. Ne pahasına olursa olsun. Bunu yapması için, onunla bağlantı kurması gerekiyordu, bunun için eve tekrar gitmek, eve tekrar gitmek için de bütün malları satması gerekiyordu.
Kafasına bir takım belli belirsiz planlar kurduktan sonra, üzerindeki elbiselerle birlikte, derin bir uykuya daldı...

5 Aralık 2012 Çarşamba

Bir ayrılığın hikayesi...

         Şimdi dişlerimi sıkıp, 
         Dudaklarıma kanamayı öğrettim. 
         Ki bu kızıl damlalar, 
         Körpe yanağında bir veda busesi olsun.
         Bu da benden sana,
         Heba edilmiş bir aşkın,
         Son nefesi olsun... 

               Yusuf Hayaloğlu


     Bir ayrılığın hikayesi...


     Son günlerde davranışları iyiden iyiye değişmişti. Artık buluşmak istemiyordu sanki; telefonlarıma bazen çıkıyor, bazen çıkmıyor, sebebini sorduğumda da; umursamaz, zaman zaman asabi cevaplar alıyordum. Ailesine benden bahsettikten sonra, karşı çıkmışlar, bir süre onunla konuşmamışlardı.

     Davranışlarındaki değişmeleri buna bağlıyor, çok fazla üzerine gitmek istemiyordum. Ona güveniyordum. Nede olsa, yıllarca yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemişti. İyi geceler mesajını okumadan uykum gelmez, günaydın mesajı gelmeden güneşi görsem, yalan derdim gözlerime. Zaten onunla tanışmadan önce açmamıştım gözlerimi hiç hayata. Güveniyordum çünkü o ilk göz ağrımdı. Güçlü kolları arasına aldığı zaman beni; sanki çelikten bir zırh giymiş olurdum. Kimse ve hiçbirşeyden korkmaz, sadece sevdiğim adamın omzuna yaslardım başımı. Bazen ağlardım o omuzda, bazen gülerdim. Hele bir baktı mı gözlerime, cehennem ateşi düşerdi zemheride yüreğime.


     Bir vakit sonra, bana karşı soğukluğu o kadar artmıştı ki; günlerce ne mesaj nede telefon açmıştı. Hüzünlü bir ayrılık şarkısıyla garip bir ruh haline bürünmüş, nemli bir akşam üstü attım kendimi İzmir sokaklarına. Dudaklarımda bir şaririn son nefesleri kadar acıklı bir şarkının tınısıyla yürüyordum. Yürüyordum ama, nereye gittiğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Ayaklarımın sanki kendi beyni vardı, sürükleyerek beni onun kapısına götürüyordu.

     Kahverengi, kirli taşlarla örülmüş binayı süzdüm şöyle bir, ellerim zile gidiyor, bir sürü basamıyordum. Beynim ile kalbim arasındaki o kanlı savaşı, kalbim kazanmış, zile basmıştım. Bir süre sonra, diyafondan kim olduğumu sordu. Cevap verememiştim, kimdim ben? Kendimi onda kaybetmiştim, benliğimi, zihnimi onda unutmuştum.

     Kısa bir süre sonra, kapı açıldı. Yüzü şaşkın, bir okadar da gergin bir ifadeye bürünmüştü.
-Ne istiyorsun ya?

-Şey.. Ben... Seni mera..

-Neyi merak ediyorsun ya, anlamıyormusun? Sevmiyorum artık seni, istemiyorum. Bizim bir geleceğimiz yok seninle. Uzaklaş artık benden, görmek istemiyorum seni. Hem bu ne cesaret, evimin önüne kadar geliyorsun? Bela mısın kızım sen?


     Kulaklarım bir top güllesinin sesinden sağır olmuş gibi sadece çınlıyordu. Dudakları hareket ediyor, sesi gelmiyordu. Midem bulanıyordu, boğazıma bir yumruk oturmuş, yutkunamıyordum. Gözlerim kararıyor, düşecek gibi hissediyordum. Ah ağlamak... Neden ağlayamıyordum? Ağlasaydım belki rahatlayacaktım ama, yüreğime akıyordu yaşlar, sel oluyordu içim taşamıyordu dışarı.

     Sonra ağladım, günlerce ağladım hemde. İçimde tarif edilmez bir burukluk vardı. İnsanlarla konuşuyor ama söylenenleri anlamıyordum. Sonra sustum, kimseyle konuşmuyor, kimseye dost demiyordum artık, Yazdım, öfkelerimi yazdım beyaz kağıtlara. Şimdilerde sadece kağıtlara ağlıyorum, duygularımı hafife almıyor onlar, yıllar sonra bile beni birtek onlar sevebilirler ancak. Yalansız, terketmesiz, üzmeden, mertçe...



2 Aralık 2012 Pazar

Çocuk Gelinler - Meleğin Anısına...



   16’sında evlendirildikten sonra şiddet dolu bir 8 yılın ardından aklını yitiren, tuvalete bağlanan, kötürüm kalan Melek Ankara’da yapayalnız bir şekilde öldü. Öldükten sonra cenazesi ortada kaldı. Yoksul ağabeyi kız kardeşini memleketine götürecek koşullara sahip olmayınca; Melek Karaaslan’ın cenazesi kadın örgütlerinin desteğiyle ve SABAH’ın İstanbul ve Ankara bürolarının yardımlarıyla memleketine gönderildi. Karaaslan doğduğu Hamur’un Çağlayan köyünde kadınların omuzlarında toprağa verildi.


    Çocuk Gelinler - Meleğin Anısına
  
 

 

     Karanlık ve ıslak. Dünyadaki bütün ışıkları yutacak, bütün ateşleri söndürecek kadar karanlık ve nemli bir yerdeyim. Sanırım ateşin icat olmadığı bir yer burası, öylesine soğuk, öylesine karanlık. Belki de insanlığın icat olmadığı bir yerdir. Yada umutların, veyahut hayatın...
  
    Yaralarıma üşüşen kurtlar tek arkadaşım benim. Tek arkadaşım onlar, en azından bedenimi yiyorlar, hayallerimi, umutlarımı, insanlığımı değil. Birazdan polisler beni bulacaklar, önce hastaneye götürecekler, çok geçmeden mezarlığa. Yine ışığın olmadığı soğuk ve karanlık bir yere konulacağım, ve yine kurtlar gelecekler benimle, kadim dostlarım.
   
   Küseceğim hayata ve beni bu hale getiren insanlara. İnsanlığımdan utanacağım ve kadınlığımdan, yanlış bir dünyada doğduğum için lanet edeceğim herkese, her şeye. Ve susacağım; derin bir sessizlik kaplayacak etrafımı ve toprak...

   Belki bir kardelen olacağım karları yararak doğan, belki bir zambak mis kokusuyla. Belki memleketimin çayırları olacağım yeniden, üzerinde umutlar yeşeren. Ah memleketim...
   
   Yemyeşil çayılar çarşaf çarşaf uzanır buralarda. Bulutlar yün yumağı, gökyüzü öylesine mavi, dağlar hep karlıdır. Suyumuz her daim serin, toprağımız buram buram memleket kokar.
   
   Bu hikayenin kahramanı benim. Kahramanlar hep kazanır sonunda ama benimki biraz faklı. Ben kaybediyorum, benimle birlikte, sevgide merhamette insanlıkta kaybediyor ve umut...
  
   Benim adım melek. On altı yaşına yeni basmıştım. Evimizin yanında oturan en iyi arkadaşım aysel le üç parça yamalı ipimizle oynuyorduk. Sıra tam bana gelmişti ki annem beni eve çağırdı. Aysel’e hemen geri döneceğimi söyleyerek, evin önündeki üç basamaklı kerpiç merdivenden koşarak eve çıktım.
  
   Evimizde bir kalabalık, bir telaş vardı. Yer minderlerinin üzerinde sıra sıra dizilmiş bu insanlar da kimdi? Bana neden öyle bakıyorlardı? Kısacık, utangaç bir bakışmadan sonra, beni mutfağa çağıran annemin yanına gittim. Elinde çaylarla dolu bir tepsiyi bana uzatmış, misafirlere götürmemi istiyordu. Pek memnun olmasam da, karşı gelemezdim. Belki çayları götürdükten sonra, arkadaşım aysel le dışarıda oynayabilirdim. Hizmet etmeyi iyi bilirdim, yemek yapmayı da, çocuk bakmayı da. Ama okul... Benim aklım hep okuldaydı.
  
   Okul ne güzel bir yerdi. Öğretmenimiz bize bir şeyler sorardı hep, bizleri dinlerlerdi. Ailemin beni çocuk gördüğü dinlemediği yerde, öğretmenlerim bana hep bir büyük gibi davranıyorlar, beni her zaman dinliyorlardı. Hem çok önemli şeyler öğrendim orada. Çiçeklerin de canlı olduklarını mesela. Üçüncü sınıfa giderken, babam artık kocaman kız olduğumu, el alemin erkekleriyle okula gidemeyeceğimi söylemişti, nede olsa okuma yazma öğrenmiştim artık.
  
   Günlerce ağlamıştım. Babam olduğunda ağlayamıyor, karşısında ceylan gibi titriyordum. Diğer arkadaşlarım okula giderken camdan onlara bakıyor, hıçkırıklarım duyulmasın diye bir serçe gibi titreyerek ağlıyordum. Göz yaşlarımı silerdi bazen annem, beni en çok o severdi biliyorum ama, babamın karşısında o da konuşamazdı. Nede olsa kadındı, eksikti, aklı azdı! Babam onun karnını doyuruyor, namusuna sahip çıkıyordu, daha ne isterdi?
   
   Çayı her verdiğim, gözlerimin içine bakıyor, beni süzüyorlardı. Ne kadar da korkunç insanlar dı bunlar, sanki cehennemden gelmişlerdi. En son babama çay verdikten sonra, mutfağa annemin yanına koştum;
  
   -Anne Dışarıda ays..
  
   -Şşşt
  
   İçerideki konuşmalara kulak kabartmıştı annem. Nede olsa erkeklerin yanında oturamazdı, kadındı... Benimse aklım ayseldeydi. Acaba o da oyunu bırakıp eve dönmüşmüydü? Oyundan sonra, bana okulda öğrendiklerini gösterir miydi?
  
   İçeriden babamın sesi geliyordu;
  
   -On ikibin’e verdik gitti, alın hayrını görün.
  
   Galiba bizim sarıkızı satmışlardı. Ama sarıkız okadar etmezdi ki; en fazla beşbin. Ha belkide yanında karaoğlanıda vermişti, tabi ya; yanlız kalamazdı karaoğlan, sarıkızı olmadan yaşayamazdı. Evet evet, başka ne olabilirdi ki, onikibin eden?
  
   Anneme döndüm, tam ağzımdan “Anneciğim babam sarıkızı sattı mı?” çıkacaktı ki, Annemi duvarın dibine çökmüş, elleriyle yüzünü kapatmış, titreye titreye ağlıyordu. Anlam veremiyordum, sarıkızı bu kadar seviyormuydu annem? Hem babamın borçları olduğunu biliyordum, belki de artık evimize biraz mutluluk gelecekti.
  
   Annem hep babamın beni sevdiğini ama gösteremediğini söylerdi. Nasıl bir sevgiydi bu? Belki de erkeklerin sevgisi böyleydi. Belki böylelikle babam beni biraz daha severdi, belki dizine uzanmama gözlerine bakmama izin verir, beni artık dövmezdi. Belki babamın kocaman ellerini yüzüme saçlarıma sürer, sonra öper, sonra tekrar öperdim.
  
   -Anneciğim üzülme ne olur. Başka bir dana alırız, yeniden büyütürüz. Olmazsa sarısından alırız anneciğim. Yine sarıkızımız olur, bu sefer ben ona bakarım hep, yemini suyunu veririm, ne olur sen üzülme anneciğim.
   
   -Kızım benim, kınalı kuzum benim, bahtsız yavrum benim
Diyerek boynuma sarıldı annem. Neden üzüldüğüne bir türlü anlam veremiyordum, annemin hıçkırıkla ağlaması benim içimi titretmişti. Bir anda büyümüştüm sanki, şimdi ben anneydim, o kızımdı. Sırtına hafifçe vuruyor, teselli etmeye çalışıyordum.
   
   -Melek gel buraya!
   
   İçeriden babamın içimi ürperten sesi geliyordu. Çarpılmış gibi annemi bir anda bırakıp, açık mavi boyaları çatlamış duvarın üzerindeki aynada, tülbentimi düzelttim, yere bakarak, korkak adımlarla içeriye gittim. Babamın o korkunç sesi tekrar kulaklarımdaydı;
  
   -Öp babanın elini bakayım.
      
   Bir anlık tereddütle babamın yanına geldim, elimi babamın ellerine uzattım.
  
   -Benim değil, Kutfettin babanın
  
   Diyerek babamın karşısında minderde oturan, kirli suratlı, kaba bıyıklı çirkin bir adamı gösteriyordu. Kimdi bu kutfettin? Neden benim babam olduğunu düşünüyordu? Bütün bunlara anlam verememiş, sadece denileni yapmıştım.
  
   Bir süre sonra misafirler gittiğinde, aslında satılan sarıkızın ben olduğumu anlamıştım. Küçücük dünyam başıma yıkılmıştı. Evlilik neydi? Ne yapmam gerekirdi? İnsanlar neden evlenmek zorundaydılar? Neden benim için para ödemişlerdi? Bütün bunaların anlamı neydi?
   
   Tek kelime konuşmadan dışarıya çıktım. Yan evin kapısını çaldım, kapıyı açan ayseldi. Sevinçli bir bakış bir süre sonra yerini meraklı ve endişeli bir yüz ifadesine bırakmıştı. Hiçbirşey demeden ayselin boynuna sarıldım ve hıçkırıklarla ağlamaya başladım.
  
   Aradan üç yıl geçmişti, acının, gözyaşının, kederin yılları. Günden güne bana karşı şiddet artmıştı. Kocam eve geldiğinde sofrasını önüne koyuyor, ayakta iki büklüm duruyordum. Eğer yemeği beğenmediyse tabağı, çayı beğenmediyse bardağı kafama fırlatıyor, sıcaktan yanan tenimin acısını duyamıyordum bile. Sonra ardı arkasına yumruklar, küfürler, tekmeler. Çocuklarım bir köşede ağlarken, kaynanam kapının arkasından kıs kıs gülüyordu.
  
   Baba dediğim, elini öptüğüm, kayınbabamda bazen dövüyordu beni. Bilmiyorum, belki de babalık bu demekti. Benim gördüğüm hep buydu. Boyun eğiyordum, kabulleniyordum, susuyordum. Ne yapabilirdim ki? Babamın evine gidemezdim, çünkü satılmıştım artık. Onlara aittim, ne isterlerse yapabilirlerdi, yapıyorlardı da. Üzerimde sigara söndürüyorlar, kızgın yağ döküyorlar, dövüyorlar, küfür ediyorlardı.
   
   Çünkü kadındım ben. Anneydim, köleydim, işçiydim. Ama eksiktim, eksik doğmuştum, zayıftım, güçsüzdüm. Namusumu erkekler korurdu benim, ekmeğimi erkekler kazanırdı. Herşeyi onlar bilir, onlar konuşurlardı. Şehvet onların, zevk onların. Çocuk erkeğin çocuğuydu.
  
   Günler günleri, yıllar yılları kovaladı. Nihayet benim için rahat günler gelmişti. Beni evin tuvaletine kapatıyorlardı. Orada yaşıyordum. Üzerim başım pislik içindeydi ve kötü kokuyordu. Olsun, canavarlaşmış insanlar kadar kötü kokamazlardı. Burası soğuktu ama, kalpsiz insanlar kadar soğuk olamazdı. Karnım açtı fakat sevgiye, şevkate ve insanlığa daha da açtı. Omzumda iki bıçak darbesi vardı fakat, yüreğimdeki yaradan derin değildi. O yüzden huzurluydum. En azından burada dövmüyorlardı beni. Aylarca sadece burada kaldım. Yaralarımı kurtlar kaplamıştı ama, yüreğim halen sapasağlamdı.
   
   Sonra bir gün bir dost tuttu elimden, aldı beni. Acılarımın son bulacağına söz vermişti, güvenmiştim ona. Tertemiz yüzlü pırıl pırıl bakışlı birisiydi bu. Söylediğini yaptı da, götürdü beni buralardan. Uzun bir yoldan sonra sıkıntıların olmadığı, kötülerin giremediği bir ülkeye götürdü beni. Şimdi bu ülkede mutlu bir şekilde bütün o kötülüklerden uzak bir şekilde yaşıyorum. Doyamadığım çocukluğumu, yaşayamadığım kadınlığımı, ve göremediğim o güzel günleri doya doya yaşıyorum burada. O dostumun kim olduğunu merak ediyor musunuz?
   
   Onun adı Ölüm...





1 Aralık 2012 Cumartesi

Anonim Kişilikler







Doğduğunda  bir maratona sokulur insan. Yürümesi beklenir önce, sonra konuşması. İlkokula gider, liseye gider. Üniversite’yi kazanması beklenir insandan, sonra da üniversite’ den mezun olması, Sonra askere gitmesi, sonra bir iş bulması, evlenmesi. Evlendikten sonra da beklentiler bitmez. Sosyal ve akraba çevrelerine katılması, dini, milli veya ideolojik  bir görüşünün olması, çocukları olması, çocuklarını yani kendi suretlerini, yetiştirmesi, büyütmesi ve onları tıpkı kendilerinin sokulduğu maratona sokulması ve emekli olması.

Emekliliğinde ya bahçeli bir ev hayal ederler, ya da bir karavan alarak bütün dünya’yı gezmesi. Hayalleri bile kalıplaşmıştır. Toplumun tamamına yakınında aynı hayaller ve idealler vardır. En sevdiği ve yapmayı istediği şeyleri ömrünün sonuna, yaşanacağı bile belli olmayan bir zaman dilimine ötelemek ne kadar mantıklıdır? Hayatının finalini kendisinin yapacağını sanır, toplum tarafından empoze edilen hayallere kapılır, ömrünü geçirirler. Aslında kendi hayatını hiç  yaşamamış, toplumun ona biçtiği rolü oynamışlardır.

Toplumun çizdiği ritmik çizgiyi reddedemez kimse, herkesin üzerinden geçmesi istenen bir yoldur bu. İnanışları, felsefeleri hayata bakışları sindirir yok eder bu baskı. Evlenmeyene eşcinsel, askere gitmeyene vatan haini, okumayana aptal yaftası takılır bu toplumda. Herkesin herkese bir bakışı vardır. Değerlendirirler birbirlerini ve bu değerlendirmeleri, kendi değer yargılarıyla yaparlar. Toplumda kabul görmek için toplum gibi olmanızı, başkalarını tanımlamanızı ve yargılamanızı isterler. Ve etiketler takarlar.
Peki insanlar bu sınırların dışına çıkamazlar mı? Kimsenin ne dediğine aldırmadan, sadece kendi istediği gibi yaşayarak. Mutlu olmak neden bir ideal olsun? Mutsuz olmayı seçemezler mi insanlar? Yaşamın içerisinde kendi tercihlerini yapamazlar mı insanlar, peki ya ölüm? Ölüm de bir tercih olamaz mı?