Koyu renkli pencerelerle kaplı uzun bir koridoru geçtikten
sonra, nihayet odama varabilmiştim. İçeri girdiğimde, albay Steward’ ı
masamın karşısındaki kahverengi deri koltukta otururken
buldum. Albay, beni görünce ayağa kalkıp selamladıktan sonra, işaretimle birlikte
yine aynı yere oturdu.
Yüzü bir hayli solgun görünüyordu.
Telaşlı bir havası vardı. Çantamı masanın üzerine koyup, içerisinden
çıkarttığım bilgisayarımı yanındaki bir yığın evrakla birlikte masamın
üzerine yerleştirirken, gözlüğümün üzerinden de ona bakarak sordum;
-Albay, seni bu saatte buraya
getiren nedir?
-Çok önemli bir mesele var
General, isterseniz bu konuyu lacivert oda da konuşalım.
Vay canına, lacivert
odada toplantı istediğine göre, önemli bir mevzu olmalıydı. Zaten
bakışları da pek hayra alamet değildi. Soğukkanlılığımı korumaya
çalışarak, rahat bir ses tonuyla albaya gitmesini, beş dakika sonra
onlara katılacağımı söyledim.
Toplantı odasına girip, herkesi
selamladıktan sonra, yerime oturdum. Herkesin endişeli olduğu yüzlerinden okunuyordu.
-Dinliyorum
İstihbarat subayı olan genç
yarbay Derald söze girdi;
-Güvenilir bir kaynaktan aldığımız
bilgiye göre general; Sincaplar, büyük bir ayaklanma çıkartmak üzereler.
Başımdan aşağıya kaynar sular
dökülmüştü. Sanki başımdaki saçlar, canlanmış, kafamdan kaçmak
istiyorlardı. Ürperdiğimi hissettim. Fakat bunu hissettirirsem,
herkeste paniğe sebep olabilirdi.
-Onlarla anlaştığımızı sanıyordum,
dertleri neymiş?
Sözü tekrar alan istihbarat subayı,
nefes almadan anlatmaya devam etti.
-General, bildiğiniz
üzere, sincaplar çok sinsi yaratıklar. Malumunuz üzere, askeri anlamda da
ciddi bir güce sahipler. Efendim, gerçek şu ki; fındık piyasasından
çekilmemizi, piyasayı tamamen kendilerine bırakmamızı talep ediyorlar,
aksi halde...
-Tamam kes.
Vücudumun hertarafı uyuşuyor,
adeta bir silindirin altında eziliyor gibiydi. Sincaplara karşı
çıkabilecek bir savaşta bir saat bile direnemeyeceğimizi ordudaki
erler bile biliyordu. Geçen yıl, yine böyle bir tehtit karşısında, nükleer
füze bataryalarının kontrollerini sincaplara bırakmak zorunda kalmış,
karşılığında sadece kızarmış ekmekle yetinmiştik. Fakat şimdi içinde
bulunduğum itfaye teşkilatı için su, ne anlam ifade ediyorsa, sincaplar
için de bluetooth kulaklık aynı anlamı ifade ediyor... Ve eğer gerçekten
isterlerle, rahatlıkla alabileceklerini herkes biliyordu.
Hayatımda ilk kez zabıta memuru
olduğum için bu kadar sevinmiştim. Birden aklıma, onlarla konuşmak geldi.
Belki bu sayede, bir orta yol bulabilirdik.
Kimseye hiçbir açıklama yapmadan,
toplantı odasından çıkarak, kendimi sokağa attım. Tahrir meydanından, özgürlük
anıtına giden o arnavut kaldırımlı yoldan yürüyerek, ormana çıktım. Yılın
bu mevsimi Hamburg dayanılmaz güzellikte oluyordu. Etrafa yayılan mis gibi
lavanta kokuları, sicim gibi yağan yağmur damlalarına binip, egzotik bir
gezintiye çıkıyor gibiydiler.
Ormana vardığımda, kendisi bir arı
olan widzy karşıladı beni. Halimi hatırımı sorduktan sonra, sincaplarla
ilgili meseleyi anlatıp, sineklerin patronu robona ile görüşmek istediğimi
söyledim. Kendisi benim eski bir dostumdur. Sineklerin arasının
sincaplarla iyi olduğunu, sincapların birazda sineklerden çekindiğini
biliyorum tabi. Bu meseleyi çözse çözse, robona çözerdi. Ben bunları
düşünürken, widzy de gelmiş, robona’ nın beni görmeyi kabul ettiğini
söylemişti. Birlikte robona’nın yanına gittik.
Robona, sineklerin her
zaman yaptığı, el ovuşturma hareketini yapıyordu. Beni gördüğünde,
vızıldayarak yanıma geldi, sarıldık hasret giderdik. Biraz kilo almıştı
sanki, birazda yaşlanmıştı. Eee tabi, sinekler kurulunun başkanı olduğundan
beri, uçmuyor, fazla enerji sarfetmiyordu. Buda onu biraz hantal yapmıştı
doğrusu. Ama karizmasından hiçbirşey kaybetmemişti doğrusu. Robona, arı
widzy’e döndü;
- Hunter benim eski
bir ahbabımdır, kendisinin camında doğmuştum ben. Bana bir baba gibi
şevkat etti ve benim iyi bir eğitim almamı sağladı. Kendisine minnetlerimi
sunarım.
Bu iltifarlar karşısında,
gerçekten utanmış fakat, benden bu şekilde bahsetmesi, göğsümü
kabartmıştı. Robona, gerçekten de çok iyi bir sinekti. Kendisine yaptıklarımı
yıllar sonra bile unutmamış ve herkesin içinde itiraf ediyordu.
-Sizin için ne yapabilirim kaptan?
Nihayet benim bir gemi kaptanı
olduğumu anlayan birisi çıkmıştı. Bende bir çırpıda kendisine herşeyi
anlatmıştım. Sincaplardan yana başımızın dertte olduğunu, bize yalnızca
kendisinin yardım edebileceğini vs.
-Bu konuyla ben ilgileneceğim
dostum, bu benim için bir onurdur. Yasak bölgeden çıkana kadar size arı
widzy eşlik edecek.
Evime vardığımda,
saat onu geçmiş, yağmur kesilmişti. Yılın bu mevsimide melbourne gerçekten
yaşanılası bir yer oluyordu. Çalışma masama oturup, yeşil masa lambasını
yaktım. Yorgunluk kahvemi, öğrencim richard getirdi. Yale üniversitesine
bu yıl atanmama rağmen, sanki burada yüz yıldır öğretmenlik yapıyormuşum
gibi hissediyordum. Önümdeki notlarla bir süre uğraştıktan sonra,
yatağıma yatıp, kendimi derin bir uykuya teslim ettim.
Sabahın ıslak
ışıkları, penceremden içeri süzülürken, telefonun sesiyle
uyandım. Santral, şehirdışından bir telefon olduğunu söyleyerek bağladı.
Londra’nın halen otomatik telefon santraline geçmemiş olmasına kızarak
cevap verdim, arayan Robona’ydı
Sincaplar, Pekin’in
kuzeydoğusundaki bir şeker fabrikasınına karşılık, bana isyanı iki
ay süreyle askıya alabileceklerini bildirmişlerdi. Bu
sevindirici haber karşısında teklifi hemen kabul ettim. Nede olsa,
iki aya kalmadan, ispanya’dan çıkmış olacaktım. Zaten fabrika da bana ait
değildi. Evrakların tamamlanmasının ardından fabrikayı devrederek, hızla
ingiltereyi terkettim.
Şimdi yepyeni bir
şehirde, hayatıma kaldığım yerden devam ediyorum. Biraz yaşlandım
ama, halen hayata umutla bakıyor, yaşamaktan zevk alıyorum. Sizlere
verebileceğim tek tavsiye; Sincaplara karşı koymayın dostlar, onlar ne
isterlerse elde ederler!